Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun

 [1]

Kanun Numarası       : 6284

Kabul Tarihi              : 08.03.2012

Resmi Gazete Tarihi  : 20.03.2012

Resmi Gazete Sayısı : 28239

 

GENEL GEREKÇE [2]

Anayasanın 90 ıncı maddesinde, usulüne göre yürürlüğe konulmuş mil­letlerarası antlaşmaların kanun hükmünde olduğu, bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurulamayacağı, usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşma­larla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümlerinin esas alınacağı hüküm altına alınmıştır.

Türkiye tarafından 1985 yılında imzalanan ve 1986 yılında yürürlüğe gi­ren Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW)'ne göre Sözleşmeye taraf devletler, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini gidermekle yükümlü kılınmıştır. Birleşmiş Milletler CEDAW Ko­mitesinin 19 no.lu Genel Tavsiye Kararında kadınların insan hak ve temel öz­gürlüklerinden yararlanılmasını etkisizleştiren ya da ihlal eden cinsiyete dayalı şiddetin İnsan Hakları Sözleşmesinin 1 inci maddesi anlamında ayrımcılık ol­duğu belirtilmiştir.

Birleşmiş Milletler Kadına Yönelik Şiddetin Ortadan Kaldırılması Bildir­gesinde kadına yönelik şiddet, "ister kamusal isterse özel yaşamda meydana gelsin, kadınlara fiziksel, cinsel, psikolojik acı veya ıstırap veren ya da verebi­lecek olan cinsiyete dayalı bir eylem uygulama ya da bu tür eylemlerle tehdit etme, zorlama veya keyfi olarak özgürlükten yoksun bırakma" şeklinde tanım­lanmaktadır.

Tüm bu uluslararası yükümlülüklerin ve insan haklarına saygılı, sosyal hukuk devleti olma konusundaki kararlılığın ilk sonucu olarak Anayasanın 10 uncu ve 41 inci maddelerinde değişiklikler yapılmıştır. Bu düzenlemelere göre devlet kadın-erkek eşitliğinin fiili olarak hayata geçirilebilmesi için her türlü tedbiri alacak, pozitif ayrımcılık yapabilecektir. Ayrıca çocuklar konusunda da uluslararası platformda taahhüt ettiği korumayı gerçekleştirecektir.

Son yıllarda başta kadınlar olmak üzere kişilere karşı işlenen şiddet olay­ları toplumumuzu sarsan boyutlara ulaşmıştır. Her geçen gün yaşanan dayak, işkence ve cinayet gibi şiddet olayları görsel ve yazılı basında izlenmektedir. Bu olaylara daha çok kadınlar ve çocuklar maruz kalmaktadırlar.

Kadına yönelik şiddet, en yoğun olarak aile içinde yaşanmaktadır. Şiddet; fiziksel, psikolojik, ekonomik açıdan mahrum bırakma ve cinsel şiddet dâhil, çok çeşitli şekillerde görülebilmektedir. Şiddet mağduru kadınlarda, özgüven eksikliği, kimlik sorunu, toplumsal yaşama katılımda ve kendini ifade etmede sorunlar yaşanmaktadır. Diğer yandan şiddet yetersiz beslenmeye, kronik has­talıkların artmasına, geçici ve kalıcı hastalıklara, kronik ağrılara, anne ölümle­rine ve intiharlara neden olmaktadır.

Şiddete tanık olan çocuklarda ruhsal davranış bozuklukları ve okulda ba­şarısızlık görülmekte ve ileriki yaşantılarında şiddet uygulamaya eğilimli bi­reyler olarak yetişerek şiddetten olumsuz etkilenmektedirler. Bu konu yalnızca kadınlar, erkekler ve çocuklar açısından değil aynı zamanda toplumumuzun geleceğinin sağlığı açısından da çok önemlidir.

Kişilere yönelik şiddet, bir insan hakkı ihlalidir. Bu nedenle günümüzde bu sorun özel alan sorunu olmaktan çıkarak toplumsal alanda tartışılmakta ve mücadelesi bir devlet politikası olarak kabul edilmektedir. Kadın-erkek eşitli­ğinin sağlanması, kadının insan haklarının teminat altına alınması devletlerin sorumluluğundadır.

Aile içi şiddetin önlenmesi amacıyla hazırlanan ve 1998 yılında yürürlüğe giren 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanunun günümüzün ihtiyaçlarına cevap vermediği görüldüğünden kadınların, çocukların, aile bireylerinin ve tek taraflı ısrarlı takip mağduru olan kişilerin korunması ve şiddetin önlenmesi amacıyla alınacak tedbirlere ilişkin esas ve usulleri kapsayan ve düzenleyen bu Tasarı hazırlanmıştır.

Şiddet eylemlerine maruz kalan kişilere ve aile bireylerine koruma vaat eden bu Tasarının uygulanması aşamasında, şiddet mağdurunun ikinci bir mağ­duriyet daha yaşamaması adına, temel birtakım ilkelere uyulması zorunluluğu doğmaktadır. Bu bakımdan hizmetin sunulmasında insan haklarına dayalı, adil, etkili ve süratli bir usul izlenmesi, hakkında koruma tedbir kararı verilen kişi­lere hizmet sunulmasının insan onuruna yaraşır şekilde yerine getirilmesi, hiz­metin sunulması ve yürütülmesi sırasında kişiler arasında ırk, dil, din, mezhep, milliyet, renk, cinsiyet, siyasal veya diğer fikir yahut düşünceleri, felsefi inanç, millî veya sosyal köken, doğum, ekonomik ve diğer toplumsal konumları yö­nünden ayrım yapılmaması, koruyucu tedbir kararı verilmesi ve uygulanması sırasında hakkında koruma tedbiri verilen kişilerin durumları dikkate alınarak özel ihtimam gösterilmesi, kamu kurum ve kuruluşları, kamu kurumu niteliğin­deki meslek kuruluşları, üniversiteler, yerel yönetimler, vakıf, dernek ve diğer sivil toplum kuruluşları, gönüllü gerçek ve tüzel kişiler ile özel sektörün işbir­liği içinde çalışması ve bu konuda toplumsal sorumluluğun paylaşılmasının sağlanması ve son olarak bu Tasarı kapsamında verilen hizmetin ülke çapında eşit ve dengeli sunulması unsurları hem uluslararası hukuktan hem de Anaya­sadan kaynaklanan bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu Tasarı öncelikle en temel insan hakkı olan yaşam hakkının korunması, kadın cinayetlerinin son bulması amacıyla kurumların şiddetle mücadelenin her aşamasında aktif rol almasını sağlamayı hedeflemektedir. Yine bu Tasarıda Devletin şiddeti önlemesi, şiddete uğrayanı çok yönlü koruması ve şiddet uy­gulayan veya şiddet uygulama ihtimali bulunan kişinin, verilecek koruyucu tedbir kararları ile rehabilite edilmesi amaçlanmıştır.

Ayrıca, Tasarıda medya organlarına sorumluluk yükleyen yeni düzenle­melere yer verilmiştir. Zira modern medya araçları ve özellikle televizyonun, bireylerin bilgi, kanaat, tutum, duygu ve davranışları üzerinde büyük oranda şekillendirici ve belirleyici bir etkileme gücüne sahip olduğu herkes tarafından kabul edilmektedir. Televizyon ile ilgili olarak gerçekleştirilen "içerik analiz­leri" ve "kanaat-davranış araştırmaları", televizyon programlarının aile, eğitim, iş, yaş ve cinsiyet, doğum ve ölüm gibi birçok toplumsal gerçeklikler konu­sunda etkilerinin olduğunu, programlarda sergilenen mesajların bireyler üze­rinde etki yaptığını ortaya koymaktadır. Öte yandan, medyanın önemli bir bilgi yayma, geniş halk kitlelerini bilgilendirme aracı olma niteliği de bulunduğun­dan, bireyleri koruma, kuvvetlendirme ve dengeleme amaçları doğrultusunda da çok önemli hizmetler yerine getirebileceği, onların yaşam alanlarına, evle­rine kadar taşınan farklı mesajları çok sayıda insana iletebileceği kuşkusuzdur. Medyada defalarca yinelenerek verilen şiddet görüntülerinin, bireylerin beyin­lerinin ve kalplerinin derinliklerine işleyerek kalıcı izler bıraktığı özellikle de özdeşim kurma eğilim ve ihtiyacında olan bireyleri derinden etkilediği gözönüne alınmalıdır. Ayrıca toplumsal rollerle ilgili örnek davranış kalıpları ve hayatla ilgili örnek yaşam modellerinin bireylere sunularak yayın yapılması toplumumuzdaki bireylerin kişiliklerine olumlu etki yapacak ve toplumumuzun daha sağlıklı gelişmesine katkı sağlayacaktır.

 

BİRİNCİ BÖLÜM [3]

Amaç, Kapsam, Temel İlkeler ve Tanımlar

 

Amaç, kapsam ve temel ilkeler [4]

Madde 1 – (1) Bu Kanunun amacı; şiddete uğrayan veya şiddete uğ­rama tehlikesi bulunan kadınların, çocukların, aile bireylerinin ve tek ta­raflı ısrarlı takip mağduru olan kişilerin korunması ve bu kişilere yönelik şiddetin önlenmesi amacıyla alınacak tedbirlere ilişkin usul ve esasları dü­zenlemektir.

(2) Bu Kanunun uygulanmasında ve gereken hizmetlerin sunulma­sında aşağıdaki temel ilkelere uyulur:

a) Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ile Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler, özellikle Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Söz­leşmesi ve yürürlükteki diğer kanuni düzenlemeler esas alınır.

b) Şiddet mağdurlarına verilecek destek ve hizmetlerin sunulmasında temel insan haklarına dayalı, kadın erkek eşitliğine duyarlı, sosyal devlet ilkesine uygun, adil, etkili ve süratli bir usul izlenir.

c) Şiddet mağduru ve şiddet uygulayan için alınan tedbir kararları insan onuruna yaraşır bir şekilde yerine getirilir.

ç) Bu Kanun kapsamında kadınlara yönelik cinsiyete dayalı şiddeti önleyen ve kadınları cinsiyete dayalı şiddetten koruyan özel tedbirler ay­rımcılık olarak yorumlanamaz.

 

I- HÜKÜMET GEREKÇESİ

Maddede Kanunun amacı ve kapsamı düzenlenmiştir. Buna göre şiddete uğrayan veya şiddete uğrama tehlikesi bulunan kadınların, tüm çocukların, aile bireyleri ve tek taraflı ısrarlı takip mağdurlarının Kanun hükümlerine göre ko­runmasına ilişkin usul ve esaslar düzenlenmiştir.

 

II- ADALET KOMİSYONU DEĞİŞİKLİK GEREKÇESİ

Şiddet mağdurlarının şiddetten korunması için alınacak tedbirlere ilişkin usul ve esasların diğer taraftan da uygulama ve hizmetlerin sunulmasında esas alınacak temel ilkelerin düzenlenmesi amacıyla Tasarının 1’inci maddesine fıkra eklenmiş ve eklenen fıkra doğrultusunda da birinci bölümün ve maddenin başlığı Alt Komisyon tarafından değiştirilmiştir. Alt Komisyon tarafından ya­pılan değişiklikler Komisyonumuzca da uygun görülmüştür. Temel ilkeler bağlamında Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelere atıf yapılmakla birlikte özellikle kadına yönelik şiddetin önlenmesi bağlamında Kadınlara Yö­nelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’ne özellikle atıf yapılması gerekliği nedeniyle, maddede bu yönde Komisyonumuzca değişiklik yapılmıştır. Yapılan değişik­likler doğrultusunda Tasarının 1’inci maddesi kabul edilmiştir.

 

III- AÇIKLAMA

 

A- Kanunun Amacı

6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun, şiddete uğrayan veya uğrama tehlikesi bulunan kadın, çocuk, aile bireyi ve tek taraflı ısrarlı takip mağdurlarını korumak ve sayılan kişilere karşı şiddeti önlemek amacını dile getirmektedir.

Mülga 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun, eşlerden birinin veya çocukların veya aynı çatı altında yaşayan diğer aile bireylerinden birinin veya mahkemece ayrılık kararı verilen veya yasal olarak ayrı yaşama hakkı olan veya evli olmalarına rağmen fiilen ayrı yaşayan aile bireylerinden birinin aile içi şiddete maruz kalması halinde harekete geçmekteydi[5]. 6284 sayılı Aile­nin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun ile koruma hedeflenen şiddet mağdurlarının kapsamı genişletilmiş, aile bireyleri haricinde kadınlar, çocuklar ve ısrarlı takip mağdurları da şartların varlığı halinde ko­ruma kapsamına alınmışlardır.

6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanunun varoluşunu gerekçelendiren birinci madde ile göze çarpan ilk yenilik, “şiddete uğrama tehlikesi bulunan …” ifadesi ile mülga 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanunda yer almayan, şiddete uğrama tehlikesi altında bulunanları da koruma kapsamına almış olmasıdır. Zira mülga 4320 sayılı Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanunun, 26.4.2007 tarih ve 5636 sayılı Kanunun birinci maddesi ile değişik 1. maddesinde, “şiddete maruz kaldığını” ibaresi kullanılmak suretiyle, kanunun korumasından faydalanmak için “şiddete uğrama” ön koşulunun gerçekleşmesi aranmaktaydı. 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun, mevcut düzenlemesi ile şiddete uğrama tehlikesinin varlığını, korumaya ilişkin hü­kümlerin uygulanması için yeterli görerek ileri ve önleyici bir koruma uygula­ması getirmiştir.

Şiddete uğrayan veya şiddete uğrama tehlikesi bulunan ve 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun ile ko­ruma altına alınan kişiler, kadınlar, çocuklar, aile bireyleri ve tek taraflı ısrarlı takip mağdurları olarak sıralanmıştır.

 

1- Kadın

Biyolojik cinsiyeti kadın olarak doğan ve yine Türk Medeni Kanunu[6] uya­rınca erkek olan cinsiyetini kadın olarak değiştirmiş olan bireyler, diğer şartla­rın varlığı halinde yasanın korumasından faydalanacaklardır. Kadınlara Yöne­lik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Av­rupa Konseyi Sözleşmesinde "kadınlar" kelimesinin 18 yaşın altındaki kız ço­cuklarını da kapsadığı belirtilmiştir.

Kadının evli, bekar, boşanmış, imam nikahlı olması kanunun uygulanma­sında herhangi bir farklılık yaratmamaktadır.

 

2- Çocuk

Çocuk, daha erken yaşta ergin olsa bile, onsekiz yaşını doldurmamış ki­şiyi ifade eder[7]. Kim tarafından uygulanırsa uygulansın, şiddete uğrayan çocuk, sadece “çocuk” olması sebebiyle, bu kanun kapsamında korunacaktır. Çocu­ğun, evlilik içi, evlilik dışı, evlatlık, tanıma gibi hukukî statüleri kanunun uy­gulanmasında herhangi bir farklılık yaratmamaktadır. Bunun yanında aile içi şiddet ve aile bireyleri ile olan ilişkilerin hukukî durumu aşağıda ayrıntılı ola­rak ele alınmaktadır.

 

3- Aile Bireyleri

Mülga 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun, “eşlerden birinin veya çocukların veya aynı çatı altında yaşayan diğer aile bireylerinden birinin veya mahkemece ayrılık kararı verilen veya yasal olarak ayrı yaşama hakkı olan veya evli olmalarına rağmen fiilen ayrı yaşayan aile bireylerinden birinin” demek suretiyle kanunun koruma altına aldığı kişileri belirlemekteydi. Ancak 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun “aile bireyleri” demekle yetinmiş ve kavramın içeriğini doldurmamıştır.

6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanunda ifadesini bulan “aile bireyleri” kavramından kimleri anlamamız gerekecektir?

Aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır. Dev­let, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır, teşkilatı kurar. Her çocuk, korunma ve bakımdan yararlanma, yüksek yararına açıkça aykırı olmadıkça, ana ve babasıyla kişisel ve doğrudan ilişki kurma ve sürdürme hakkına sahiptir. Devlet, her türlü istismara ve şiddete karşı çocukları koruyucu tedbirleri alır[8].

Aile kavramı Türk Medeni Kanununda tanımlanmamıştır çünkü kanun koyucu aileyi sosyal bir gerçeklik olarak bulmuş ve onu kabullenmiştir. Günü­müzün toplum düzeninde böylesine önemli yer tutan ailenin muhtevasının ve şümûlünün (içerik ve kapsam) kanun hükümleriyle tanımlanması zaten imkân­sızdır zira ailenin şümûl ve muhtevası zamanın değer hükümlerine göre ve ül­keden ülkeye değişiklik gösterir. Her devrin ve her milletin kendisine has bir aile kavramına sahip olduğu, değişik milletlerin ve devirlerin hukukları ince­lendiğinde kolayca farkedilir[9].

Aile, insanın tabiî olarak içinde yaşama ihtiyacı duyduğu ilk topluluk tü­rüdür. Toplumsal olgu ve müesseselerin her biri gibi aile de zaman içinde deği­şip gelişmiştir. Günümüz ailesi “küçük aile” denilen eşler ile evlenmemiş ço­cuklardan oluşan aile tipidir[10].

Hukuk aileyi her zaman bir birlik, bir topluluk şeklinde tasavvur etmiş değildir. Bir arada yaşasın veya yaşamasın kan bağı ile birbirine bağlı olan kimseler de hukuken aile ferdidirler. Fakat aileye vücut veren ve kan bağından da önce gelen en önemli kaynak evlenmedir. İşte genel olarak, kan bağı veya evlenme ile birbirine bağlı olan fertlerin hepsine birden, hukukî anlamda aile deniyor. Bununla beraber bu tarif tam olmaktan uzaktır ve belki de böyle bir tariften kaçınmak daha yerinde olur. Zira hukuk, aralarında kan bağı veya ev­lenme olmadan bir arada yaşayan kimselerin topluluğunu da bazı şartlar altında aile saymıştır[11]. Bunun gibi evlatlıkla evlat edinen arasındaki münasebet, ev­lenme veya kan bağı ile ilgisi olmadığı halde, bir Aile Hukuku münasebetidir. Diğer yandan vesayet altına alınan kimsenin hukukî durumu ve gerek vasi ge­rekse vesayet daireleriyle olan münasebetleri çok defa sosyolojik anlamdaki “aile”nin dışında kaldığı halde, Aile Hukuku bunlarla da etraflı bir şekilde meşgul olur. Görülüyor ki hukuk düzeni, kendi içinde bir Aile Hukuku alanı ayırırken, belli bir sosyolojik veya biyolojik anlayışa saplanıp kalmaktan çe­kinmiş ve bu alanın sınırlarını daha çok hayat ihtiyaçlarının ve deneylerinin gereklerine göre çizmiştir[12].

Aile, zamanın akışıyla birlikte yapısı ve kapsamı bakımından büyük deği­şimlere uğramış bulunan bir kurumdur. Nitekim Medeni Kanun aile hukuku kitabında aileyi birbirinden farklı üç anlamda düzenlemiş bulunmaktadır. Diğer bir deyişle, Medeni Kanunumuza göre aile kavramının üç anlamı vardır;

 

a- Dar anlamda aile

Dar anlamda aile, sadece eşlerden oluşan bir aile birliğini ifade eder. Me­deni Kanunumuz ilk önce bu anlamdaki aileyi düzenlemektedir.

 

b- Geniş anlamda aile

Geniş anlamda aile, ana, baba ve çocukların oluşturduğu topluluğu ifade eder.

 

c- En geniş anlamda aile

En geniş anlamda aile, bir ev başkanının yönetiminde aynı çatı altında aile halinde birlikte yaşayan kimselerden oluşmuş bulunan insan topluluğudur. Me­deni Kanunumuz bu anlamdaki aileyi de düzenlemiştir. Gerçekten yeni Türk Medeni Kanunu, eski Medeni Kanunun “ev reisliği” adını verdiği kuruma Me­deni Kanunumuz 367. maddesinde ev düzeni adıyla yer vermiş ve bu düzene gerek kan ve kayın hısımı sıfatıyla, gerek bir sözleşme ilişkisi dolayısıyla bir arada yaşa­makta olan kişileri tâbi kılmıştır. Böylece en geniş anlamdaki aile kavramı içine, aynı çatı altında bir arada yaşamakta olan hısımlardan başka işçi, çırak, bah­çe­van, şoför, hizmetçi, dadı, bekçi, gibi hısım olmayan kimseler de girmektedir[13].

“Aile hayatı” kavramı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin birçok kara­rında da ele alınarak tanımlanmış ve unsurları gösterilmiştir. Buna göre Marckx-Belçika davası kararında (13 Haziran 1979) 8. maddenin[14] uygulan­ması açısından ailenin “meşru” veya “tabii” olmasına bakılarak ayırım yapıl­maması gerektiğine dikkat çekilerek 8. maddenin “meşru” ve “tabii” aile ara­sında bir ayırım yapmadığını, böyle bir ayırımın, Avrupa İnsan Hakları Söz­leşmesi’ndeki hak ve özgürlüklerin kullanılmasında “doğum” bakımından ay­rımcılık yapılmasını yasaklayan 14. maddenin[15] de desteklediği gibi “herkes” kelimesine uygun olmadığını, Elsholz-Almanya davası kararında (13 Temmuz 2000) ise, aile kavramının, evliliğe dayalı ilişkilerle sınırlı olmadığı ve tarafla­rın evlilik olmadan bir arada oturduğu fiili “aile” bağlarını da kapsayabildiğini (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararlarından Örnekler, Gilles Dutertre, Avrupa Konseyi Yayınları, Eylül 2007, s. 314-315), Johnston İrlanda davası kararında (18 Aralık 1986), çocuklarıyla beraber yaşayan evli olmayan çiftlerin normalde aile hayatı yaşadığını, söz konusu ilişkinin istikrarlı olma özelliğin­den ve diğer yönleriyle evliliğe dayalı bir aileden ayırt edilememesinden dolayı kabul etmiştir [16].

6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun, birinci maddesinin ikinci fıkrasında; bu kanunun uygulanması esnasında göz önünde bulundurulacak düzenlemelere değinilirken “özellikle” Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücade­leye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesinden bahsetmektedir. Bahsi geçen sözleşmenin “tanımlar” başlıklı üçüncü maddesinin b bendinde, aile içerisinde veya hanede veya mağdur faille aynı evi paylaşsa da paylaşmasa da eski veya şimdi eşler veya partnerler arasında meydana gelen her türlü fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik şiddet eylemi anlamına gelir denmek suretiyle aile içi şiddetin tanımı yapılmıştır. Tanımdan da anlaşılacağı üzere aile içi şiddet mağduru olabilecek kişiler belirlenirken “hanede” denmek suretiyle aynı evi paylaşma olgusu öne çıkarılmış bunun yanında “eşler” tanımından ayrı olarak “partnerler” denmek suretiyle de resmi evlilik bağı aranmamıştır.

Yine 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenme­sine Dair Kanun, “Tanımlar” başlıklı ikinci maddesinin b bendinde, “ev içi şiddet” terimini, “Şiddet mağduru ve şiddet uygulayanla aynı haneyi paylaş­masa da aile veya hanede ya da aile mensubu sayılan diğer kişiler arasında meydana gelen her türlü fiziksel, cinsel, psikolojik ve ekonomik şiddeti” demek suretiyle, aynı çatı altında yaşayanları kapsayıcı bir genişlikte tanımlamıştır.

Sonuç olarak, 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanunda ifadesini bulan “aile bireyleri” kavramının içine kimlerin dâhil edileceği hususunu Kanunda özellikle iç hukuk kuralı olduğu belirtilen “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bun­larla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesini” de dikkate alarak ya­nıtlamamız gerekmektedir.

Kanunun yapılışını gerektiren sebepleri ve amacını, atıf yaptığı ulusal ve uluslararası düzenlemeleri göz önünde bulundurarak, bir diğer deyişle kanunun ruhunu da hissederek konuyu değerlendirdiğimizde;

Resmi nikahla yaşayan eşler yanında, evlilik bağı kurulmadan aynı evi paylaşan partnerlerin veya imam nikâhı ile yaşayan kişilerin, eşlerle aynı çatı altında yaşayan anne ve babaların, kardeşlerin, torunların, amca, dayı, teyze, hala ve bunların çocukları gibi başkaca hısımların da aile kavramının içinde yer aldığı, böylece kanunun korumasından faydalanabileceği açıktır.

 

4- Tek Taraflı Israrlı Takip Mağduru

Kanunda koruma kapsamına alınan ve üzerinde durulması gereken bir di­ğer husus ise “tek taraflı ısrarlı takip mağduru”dur.

Israrlı takip, başka bir kişiye yönelik, kendi güvenliği için korku duyma­sına neden olacak şekilde tekrar eden, kasıtlı ve tehditkâr davranışlar şeklinde tanımlanmıştır[17].

Israrlı takip kavramı ile ilgili kapsamlı bir çalışma Ahmet Türkmen[18] tara­fından yapılmıştır. Türkmen makalesinde[19], ısrarlı takip ve taciz terimini (stalking), bir kişinin, bir başka kişiyi belli bir süre ve tekrarlanan davranışlarla hukuka aykırı olarak ısrarla takip ve taciz etmesi olarak tanımlamakta, eylemin en sık görünen şekillerini ise, istenmeyen telefon aramaları ve çağrıları yap­mak, istenmeyen mektup ve e-postalar göndermek, mağduru takip etmek ve gözetlemek, bir sebep olmaksızın sürekli mağdurun karşısına çıkmak, mağduru değişik yerlerde beklemek, mağdura isteği dışında hediye, çiçek ve benzeri eşya göndermek, mağdur hakkında internette veya kamuya açık yerlerde veya ağızdan asılsız dedikodular yaymak olduğunu belirtmiştir.

Israrlı takibin suç olduğu Amerika Birleşik Devletlerinde, bu suçun olu­şumu için failin kasıtlı davranışı, bu davranışın ciddi bir tehdit oluşturması ve mağdurda korkuya sebep olması aranmaktadır[20].

Bir kişinin hukuk düzeninin tanıdığı sınırlar içinde yaşamını sürdürmesi, dilediği yerde oturması, dilediği işte çalışması, dilediği kişilerle iletişim kur­ması, ilişkilerini düzenlemesi, dilediği yerlerde gezmesi, seyahat etmesi, kişiye kişi olduğu için Anayasal olarak tanınmış özgürlüklerin birer yansımasıdır. Israrlı takip ve taciz vakalarında, mağdur çoğu zaman yoğun takip ve taciz ne­deniyle baskı, endişe, korku ve kimi zaman fiziksel zarar tehdidi altında sosyal ilişkilerini faile ve fiile göre düzenlemek durumunda kalır. “Failin kendisini takip etmesini engellemek için mağdurun, oturduğu evi, işi, telefon numarala­rını, e-posta adreslerini, çocuğunun okulunu değiştirmesi, işe giderken yol gü­zergâhını değiştirmesi, yakınlarının zarar göreceği endişesiyle onlarla gizlice iletişim kurmak zorunda kalması, fiziki görünümünü değiştirmesi” bu düzen­lemelere örnek verilebilir. Aynı şekilde kişinin yalnız kalma hakkını ihlal eden müdahaleler de, kişinin isteği dışında gerçekleştiği ölçüde hukuka aykırıdır. Bu bağlamda, mağdurun evini gözetleme veya evi dışında onu takip etme, tele­fonla sürekli rahatsız etme, özel hayatını dedektif ve casuslar aracılığı ile araş­tırma, özel konuşmalarını gizlice dinleme, gizlice onun fotoğraf ve filmini çekme, bilgisayar kayıtlarını ele geçirme gibi olası takip ve taciz eylemlerinin hepsi kişinin özel hayatına yapılan hukuka aykırı saldırılardır. Israrlı takip ve taciz eylemine uyan, bir kişiye manevi acı çektirmek, sistematik işkence yap­mak, sürekli psikolojik baskı ve tehdit altında tutmak, ruhsal yapısında bozuk­luklara ve sarsıntılara yol açmak da kişilik hakkını zedeleyici niteliktedir. Fai­lin genellikle mağduru baskı ve kontrol altında tutmayı amaçlayan ısrarlı takip ve taciz süreci doğrudan mağdurun ruhsal sağlığına yönelik bir saldırı niteliği taşıyabilir. Belirtmek gerekir ki; fiilin hukuka aykırılığından söz edebilmek için hukuka uygunluk sebeplerinden birinin bulunmaması gerekir. Başka bir de­yişle, ısrarlı takip ve tacizde, mağdurun rızasının bulunması, fiilin işlenmesinde daha üstün bir özel yarar veya kamu yararı bulunması veya takip ve tacizin kanunun tanıdığı yetkiye dayanılarak yapılması hallerinde eylem hukuka aykırı olarak nitelendirilemez. Mesela, bir zanlının polis tarafından günlerce takip edilmesi veya kamuya mâlolmuş bir kişinin, ortak veya özel alanda ısrarla takip edilmesi “kamu yararı olduğu müddetçe” kural olarak hukuka aykırılık oluş­turmaz[21]

Aslında 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu 24 ve 25. maddelerinde kişilik hakları saldırıya uğrayan kimseye, saldırıda bulunanlara karşı hâkimden ko­ruma isteme hakkını ve buna ilişkin diğer dava haklarını tanımaktadır. Israrlı takip eylemleri aynı zamanda kişilik haklarına saldırı da içerdiğinden mağdu­run bu Kanun ile getirilen koruma tedbirlerinin yanında Medeni Kanunun sa­yılan maddelerinden faydalanma olanağı da mevcuttur. Israrlı takip teşkil eden hareket aynı zamanda, Türk Ceza Kanununda belirlenen tipe uygun eylemler­den biri ise bu kanun kapsamında da müeyyidelerinin uygulanacağı kuşkusuzdur.

B- Kanunun Uygulanmasında ve Gereken Hizmetlerin Sunulmasında Uyulması Gereken Temel İlkeler

 

1- Anayasa

Anayasamızın konuya ilişkin olarak bakışını yansıtan, bu anlamda kamu gücünü yönlendiren maddelerine değinmekte fayda vardır.

Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anla­yışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti­dir. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve de­mokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağla­mak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkele­riyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.

Herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir. Temel hak ve hürriyetler, kişinin topluma, ailesine ve diğer kişilere karşı ödev ve sorumluluklarını da ihtiva eder.

Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir. Tıbbi zorunluluklar ve kanunda yazılı haller dışında, kişinin vücut bütünlüğüne dokunulamaz; rızası olmadan bilimsel ve tıbbi deneylere tabi tu­tulamaz. Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağ­daşmayan bir cezaya veya muameleye tabi tutulamaz. Herkes, kişi hürriyeti ve güvenliğine sahiptir.

Anayasa’nın “Ailenin korunması” başlıklı 41. maddesinde 2001 yılında yapılan değişiklikle ailenin Türk toplumunun temeli olduğu ve eşler arasında eşitliğe dayandığı vurgulanmıştır. Keza, Anayasa’nın “Eğitim ve öğrenim hakkı ve ödevi” başlıklı 42. maddesine göre “Kimse, eğitim ve öğrenim hak­kından yoksun bırakılamaz ...”, “İlköğretim kız ve erkek bütün vatandaşlar için zorunludur ve Devlet okullarında parasızdır ...” Yine Anayasa’nın “Çalışma şartları ve dinlenme hakkı” başlıklı 50. maddesine göre “Kimse, yaşına, cinsi­yetine ve gücüne uymayan işlerde çalıştırılamaz.” “Küçükler ve kadınlar ile bedeni ve ruhi yetersizliği olanlar çalışma şartları bakımından özel olarak ko­runurlar.”

 

2- Uluslarası Sözleşmeler

 

a- Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi

11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul'da imzalanan ve 24.11.2011 tarihli ve 6251 sayılı Kanunla onaylanması uygun bulunan "Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi"nin onaylanması; Dışişleri Bakanlığının 12.1.2012 tarihli ve HUM/7771842 sayılı yazısı üzerine, 31.5.1963 tarihli ve 244 sayılı Kanunun 3 üncü maddesine göre, Bakanlar Kurulu'nca 10.2.2012 tarihinde kararlaştırılmış ve bahsi geçen sözleşme Anayasanın 90. maddesi gereği bir iç hukuk normu halini almıştır.

6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanunun uygulanmasında ve gereken hizmetlerin sunulmasında uygula­nacak temel ilkelerin, düzenleme altına alındığı maddenin ikinci fıkrasının a bendinde “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ile Türkiye’nin taraf olduğu ulusla­rarası sözleşmeler, özellikle Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Ön­lenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi ve yürür­lükteki diğer kanuni düzenlemelerin esas alınacağı belirtilmiştir.

Konuya ilişkin taraf olduğumuz en yeni tarihli uluslararası andlaşma ol­ması ve uygulama titizliği bakımından 6284 sayılı Kanunun açık yollaması sebebiyle sözleşmenin ana başlıklarına değinmekte fayda gördük.

Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hük­münde olup bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahke­mesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgür­lüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hü­kümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır. Bu itibarla normlar hiyerarşisinde kanundan üstte yer alan iş bu uluslararası sözleşme 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun ile birlikte uygulanacaktır.

Sözleşmenin amacı, Kadınları her türlü şiddetten korumak, kadınlara yö­nelik şiddet ve aile içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmak, kadınlara yönelik her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına katkıda bulun­mak ve kadınların güçlendirilmesi yolu dâhil kadınlar ile erkekler arasındaki temel eşitliği teşvik etmek, kadınlara yönelik şiddet ve aile içi şiddet mağdurla­rının korunması ve bu mağdurlara yardım edilmesi için kapsamlı bir çerçeve, politikalar ve tedbirler geliştirmek, kadınlara yönelik şiddeti ve aile içi şiddeti ortadan kaldırmak amacıyla uluslararası işbirliğini teşvik etmek, kadınlara yö­nelik şiddet ve aile içi şiddeti ortadan kaldırmak üzere bütüncül bir yaklaşım benimsemek amacıyla etkili işbirliğini sağlamak için kuruluşlara ve kolluk kuvvetlerine destek ve yardım sağlamak olarak belirtilmiştir.

Sözleşme, taraf devletleri gerek kamu gerek özel alanda tüm bireylerin, özellikle kadınların, şiddetten arınmış yaşama haklarını sağlamak ve korumak için gerekli yasal ve diğer tedbirleri almak konusunda yükümlülük altına sok­muştur. Taraf devletler, kadınlara yönelik ayrımcılık içeren iç hukuk düzenle­melerini yürürlükten kaldırmayı, kadın erkek eşitliği ve kadınların güçlendiril­mesine yönelik politikalar geliştirmeyi ve bunları etkili bir şekilde uygulamayı taahhüt etmişlerdir.

Sözleşme kapsamında yer alan her türlü şiddeti önlemek ve bununla mü­cadele etmek için ilgili tüm tedbirleri kapsayacak şekilde, devlet çapında etkili, kapsamlı ve eşgüdümlü politikaların benimsenmesi ve uygulanması için gerekli yasal ve diğer tedbirlerin alınması ve kadınlara yönelik şiddete karşı bütünsel bir mücadele yürütülmesi benimsenmiş, bu politikaların ilgili tüm kurum, ku­ruluş ve örgütler arasında etkin bir iş birliği vasıtasıyla uygulanmasının sağ­lanması üzerinde durulmuştur.

Sözleşme ile getirilen bir diğer düzenleme, sözleşmede tanımlanan şiddet olayları ile ilgili bir veri tabanı oluşturulmasıdır. Taraf devletler bu Sözleşme kapsamında yer alan her türlü şiddet eylemi hakkında bölümlere ayrılmış bi­çimde uygun istatistikî veriyi düzenli aralıklarla toplamayı, şiddetin temel ne­den ve etkilerini, şiddet eylemleri ve mahkûmiyet oranları ile işbu Sözleşmenin uygulanması için alınan önlemlerin etkinliğini incelemek amacıyla işbu Söz­leşme kapsamındaki her türlü şiddet alanında yapılan araştırmaları destekle­meyi taahhüt etmişlerdir.

 

aa- Sosyal ve Kültürel Davranış Modellerinin Değişimini Sağlamak

Sözleşme uyarınca taraf devletler, kadınların aşağı bir cins olduğu veya kadınlar ve erkekler için alışılagelmiş rollerin bulunduğu düşüncesine dayanan ön yargıları, örf ve adetleri, gelenekleri ve her türlü farklı uygulamaları ortadan kaldırmak amacıyla kadınlar ve erkeklere ilişkin sosyal ve kültürel davranış modellerinin değişimini sağlamak, erkekler ve erkek çocukları başta olmak üzere, toplumun tüm üyelerinin işbu Sözleşme kapsamındaki tüm şiddet türle­rini önlemek üzere aktif katkı sağlamasını teşvik etmek için gerekli tedbirleri alacaklardır.

Taraflar, kültür, örf, adet, gelenek, din veya sözde "namus"un işbu Söz­leşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eylemi için mazeret oluşturmamasını sağlayacak, kadınların güçlenmesine yönelik program ve faaliyetleri arttırmak amacıyla gerekli tedbirleri alacaklardır.

 

bb- Resmi Müfredatın Belirlenmesi

Taraflar, gerektiğinde, öğrencilerin gelişen kapasitesine uygun olarak, ka­dın erkek eşitliği, kalıplaşmamış toplumsal cinsiyet rolleri, karşılıklı saygı, kişisel ilişkilerde şiddet içermeyen çatışma çözümleri, kadınlara yönelik top­lumsal cinsiyete dayalı şiddet ve kişisel bütünlük hakkı gibi konulara ilişkin öğretim malzemelerinin resmi müfredat içerisine ve eğitimin her seviyesine eklenmesi için gerekli adımları atacak, bu ilkelerin resmi eğitim dışındaki eği­tim faaliyetlerinin yanı sıra, sporda, boş zaman ve kültür faaliyetlerinde ve medyada desteklenmesi amacıyla gerekli adımları da atacaktır.

 

cc- Medya ve Özel Sektör

Taraflar, özel sektör, bilgi ve iletişim teknolojisi sektörü ve medyayı, ifade özgürlüğüne ve onların bağımsızlığına gerekli saygıyı göstererek, kadın­lara yönelik şiddetin önlenmesi ve onların onuruna duyulan saygının arttırıl­ması amacıyla politika hazırlanmasına ve uygulanmasına katılmaları ve yöner­geler ile öz denetim standartları oluşturmaları hususunda teşvik edecek, özel sektör aktörleriyle işbirliği içinde, çocuklar, ebeveynler ve eğitimcilerin, içeri­ğinde zararlı olabilecek aşağılayıcı cinsel ya da şiddet unsuruna erişim sağlayan bilgi ve iletişim ortamlarıyla, başa çıkma becerilerini geliştireceklerdir.

 

dd- Bilinen Dilde Bilgi Verme

Taraflar, mağdurların anladıkları bir dilde mevcut destek hizmetleri ve yasal tedbirler hakkında yeterli ve zamanında bilgi almalarını sağlamak ama­cıyla gerekli hukukî veya diğer tedbirleri alacaklardır.

 

ee- Zorla Evlendirmenin Suç Sayılması

Taraflar, yetişkin bir bireyi veya çocuğu evlenmeye zorlayan kasıtlı dav­ranışların suç sayılmasını sağlamak üzere hukukî veya diğer tedbirleri alacak­lardır.

 

ff- Yardım ve Yataklığın Suç Sayılması

Psikolojik şiddet, ısrarlı takip, fiziksel şiddet, tecavüz dâhil olmak üzere, cinsel şiddet, zorla evlendirme, kadın sünneti, zorla kürtaj ve zorla kısırlaştırma suçları kasten işlendiğinde, bunların işlenmesine yardım veya yataklık edilme­sinin suç olarak değerlendirilmesi için gerekli hukukî veya diğer tedbirler alı­nacak, fiziksel şiddet, tecavüz dâhil olmak üzere, cinsel şiddet, zorla evlen­dirme, kadın sünneti, zorla kürtaj ve zorla kısırlaştırma suçlarına teşebbüs hal­lerin dahi cezalandırılması için gerekli yasal düzenlemeler yapılacaktır.

 

gg- Ceza Sorunluluğunun Azaltılmaması

Sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eyleminin gerçekleşmesini müteakiben başlatılan cezaî işlemlerde kültür, gelenek, din, görenek veya sözde "namus"un bu eylemlerin gerekçesi olarak kabul “edilmemesini” sağlamak üzere gereken hukukî ve diğer tedbirler alınacaktır. Bu tedbirler özellikle, mağ­durun kültürel, dini, sosyal veya geleneksel olarak kabul gören uygun davranış normlarını veya törelerini ihlal ettiği iddialarını da içerecektir. Belirtilen ey­lemlerden birini gerçekleştirmesi için herhangi bir kimseyi veya bir çocuğu azmettirmenin işlenen eylem için söz konusu kişinin cezaî sorumluluğunu azaltmamasını sağlamak üzere gerekli hukukî veya diğer tedbirler de alınacaktır.

 

hh- Uyuşmazlığın Alternatif Yollarla Çözüm Yasağı

İşbu Sözleşme kapsamındaki her türlü şiddete ilişkin olarak arabuluculuk ve uzlaştırma da dâhil olmak üzere, zorunlu alternatif uyuşmazlık çözüm sü­reçlerini yasaklamak üzere gerekli hukukî veya diğer tedbirler alınır.

Kısa özetine değinilen sözleşme ile Ülkemiz, sözleşmede yer alan düzen­lemelerin hayata geçirilmesi bakımından yükümlülükler üstlenmiştir. Bu vesile ile değinilmesinde fayda olan bir husus, sözleşme ile iç hukukta suç olarak ta­nımlanması istenen bir dizi eylemin belirlenmesi ile ilgili özellikle ceza hukuk­çuları tarafından kapsamlı bir çalışma yapılması gerektiğidir. Her ne kadar 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu cinsel şiddet içeren ve psikolojik şiddet içeren (tehdit, hakaret gibi) suçları düzenlemiş ise de sözleşmede tanımı yapılan ısrarlı takip ve diğer psikolojik şiddet içeren eylemlerle ilgili olarak tipe uygun eylem belirlemesinin yeniden düzenlenmesi gerektiği kanaatindeyiz.

 

b- Diğer Uluslararası Sözleşmeler ve Belgeler

 

aa- Birleşmiş Milletler

Kadınların statüsünü yükseltmek üzere sürdürülen mücadeleler, Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Konsey çatısı altında 1946 yılında oluşturulan Kadı­nın Statüsü Komisyonu’nun öncülüğünde farklı bir önem ve resmiyet ka­zanmıştır. Kadının Statüsü Komisyonu, Birleşmiş Milletler tarafından 1948 yılında ülkelerin onayına sunulan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin cinsiyet ayrımı gözet­meksizin kaleme alınmasına da önemli katkıda bulun­muştur[22].

1952 yılında “Kadınların Siyasi Hakları Sözleşmesi”, 1957 yılında “Evli Kadınların Vatandaşlığı Sözleşmesi” ve 1962 yılında “Evliliklerin Kayıt Altına Alınması Konusundaki Sözleşme” Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda kabul edilmiştir.

Birleşmiş Milletler tarafından 1975 yılında, Mexico City’de Birinci Dünya Kadın Konferansı düzenlenmiş, bunu takiben Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 1975-1985 yılları arasındaki dönem “Kadın On Yılı” olarak ilan edilmiştir. “Eşitlik, Kalkınma ve Barış” hedeflerine ulaşmayı amaçlayan Kadın On Yılının ana teması “İstihdam, Sağlık ve Eğitim” olarak belirlenmiş­tir. Meksika Konferansı ve Kadın On Yılı bağlamında yapılan uluslararası ve ulusal çalışmalar sonucunda 127 ülkede eşitlik mekanizmaları kurulmuş Bir­leşmiş Milletler bünyesinde de Kadının İlerlemesi için Araştırma ve Eğitim Enstitüsü (UN-INSTRAW) BM Kadın İçin Kalkınma Fonu (UNIFEM) oluştu­rulmuştur. Kadın konusunda da yaklaşım değişikliği yine bu çalışmalar sonu­cunda gerçekleşmiş, kadın artık destek ve yardımın nesnesi değil, kalkınmanın temel ve eşit öznesi olarak algılanmaya başlamıştır.

On yıllık dönemin ilk yarısındaki gelişmeleri gözden geçirmek için 1980 yılında Kopenhag’da İkinci Dünya Kadın Konferansı düzenlenmiştir. Burada kadınların durumunun iyileştirilmesi için alınacak önlemleri belirleyen “Hare­ket Planı” (Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi İlke Kararı ) kabul edilmiştir.

1979 yılında Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi (CEDAW) Genel Kurul tarafından kabul edilmiş ve 1980 yılında üye ülkelerin imzasına açılmıştır. CEDAW Sözleşmesi, BM sisteminde Çocuk Hakları Sözleşmesinden sonra en geniş katılımlı söz­leşme olma özelliğini taşımaktadır ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu yaklaşık 165 ülke tarafından imzalanmıştır.

Kadına Yönelik Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’nin (CEDAW) ilk maddesinde “kadınlara karşı ayırım” deyimi, kadınların medeni durumlarına bakılmaksızın ve kadın ile erkek eşitliğine dayalı olarak politik, ekonomik, sosyal, kültürel, medeni ve diğer sahalardaki insan hakları ve temel özgürlüklerinin tanınmasını, kullanılmasını ve bunlardan yararlanılmasını en­gelleyen veya ortadan kaldıran veya bunu amaçlayan ve cinsiyete bağlı olarak yapılan herhangi bir ayırım, mahrumiyet ya da kısıtlama anlamına gelecektir” şeklinde tanımlanmaktadır. Ayrımcılığın yasalar, hukuk sistemi, siyasal ve kamu yaşamı, eğitim, istihdam, sağlık, kırsal kesim, evlilik ve aile dâhil olmak üzere her alandan silinmesi için devleti sorumlu tutar. Bu amaçla da devleti gerekli her türlü önlemi alarak, ayrımcılık yapan yasaları, denetim mekaniz­malarını, gelenekleri ve uygulamaları değiştirmek veya kaldırmakla yükümlü kılar. Söz konusu sözleşmenin 24. maddesi ile kadınlara karşı ayrımcılığın or­tadan kaldırılması yönünde taraf devletlere ulusal seviyede gerekli bütün ön­lemleri alma zorunluluğu getirilmiştir.

15-26 Temmuz 1985 tarihlerinde Nairobi’de Kadın İçin Eşitlik, Kalkınma ve Barış konularında Birleşmiş Milletler Kadın On Yılının Başarılarının Göz­den Geçirilmesi ve Değerlendirilmesi konusunda Üçüncü Dünya Konferansı gerçekleştirilmiş ve 157 ülkenin resmen temsil edildiği, pek çok hükümetler arası organizasyon ve kuruluşun katıldığı Konferansta “Kadının İlerlemesi İçin Nairobi İleriye Yönelik Stratejileri” kabul edilmiştir. Üçüncü Dünya Kadın Konferansı kararları bağlamında alınacak önlemler kurucu ve yasal adımlar, sosyal katılımda eşitlik, siyasi katılım ve karar almada eşitlik olarak üç katego­ride toplanmıştır.

Kabul edilen Nairobi İleriye Yönelik Temel Stratejilerin 55. maddesinde “kadınların toplum içindeki durumlarını inceleyecek, kadın-erkek ayrımının geleneksel ve çağdaş nedenlerini en geniş ve kapsamlı biçimde belirleyecek ve ayrımcılığın önlenmesi için yeni politikalar formüle edilmesine, strateji ve ön­lemlerin etkin bir biçimde uygulanmasına yardımcı olacak etkili kurumlar ve mevzuat (mevcut değil ise) oluşturulmalı veya (mevcut ise) güçlendirilmelidir. Bu çalışmalar kalkınma politikası ile uyumlu hale getirilmelidir” denmektedir.

1992 yılında CEDAW 12 nolu tavsiye kararının alınmasından sonra 1993 yılında Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konferansında benimsenen, kadın haklarının evrensel insan haklarının ayrılamaz, bölünemez, devredilemez bir parçası olduğunun resmikabulü Nairobi sonrasındaki dönemin en önemli ge­lişmelerinden biri olmuştur

Birleşmiş Milletlerin öncülüğünde 1993’te Viyana’da toplanan Dünya İn­san Hakları Konferansı, kadınlara yönelik şiddetin acil ve derhal ele alınması gereken bir insan hakları ihlali olduğunu ilan etmiş olup (Viyana İnsan Hakları Sözleşmesi), aynı yıl içinde BM Kadınlara Yönelik Şiddetin Önlenmesi Bildir­gesi Genel Kurul tarafından kabul edilmiştir.

1994 yılında BM İnsan Hakları Komisyonu bünyesinde oluşturulan Ka­dına Yönelik Şiddet, Sebepleri ve Sonuçları Özel Raportörlüğü, uluslararası insan hakları mekanizmaları içinde en etkili olanıdır. Şikâyete konu olan ülke­nin herhangi bir sözleşmeye taraf olması ya da şikâyet konusu ile ilgili iç hu­kuku tüketmiş olma gereği aranmadığı için BM üyesi tüm ülkelerde yaşan­makta olan bir soruna acil müdahalede bulunma olanağı sağlamaktadır.

4-15 Eylül 1995 tarihlerinde ise Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Konsey’in kararıyla Pekin’de bir ‘taahhütler konferansı’ olarak planlanan Dör­düncü Dünya Kadın Konferansı gerçekleştirilmiştir. 189 ülke temsilcilerinin katılımıyla gerçekleştirilen Konferansın sonucunda Pekin Deklarasyonu ve Eylem Platformu isimli iki belge kabul edilmiştir. Türkiye, her iki belgeyi de hiçbir çekince koymadan kabul etmiştir. Pekin Deklarasyonu, hükümetleri ka­dının güçlenmesi ve ilerlemesi, kadın-erkek eşitliğinin geliştirilmesi ve toplum­sal cinsiyet perspektifinin ana politika ve programlara yerleştirilmesi konula­rında yükümlü kılmakta ve Eylem Platformunun hayata geçirilmesini öngör­mektedir. Eylem Platformu ise, kadının güçlendirilmesinin gündemi olarak tanımlanmaktadır. Eylem Platformu kadının özel ve kamusal alana tam ve eşit katılımı önündeki engellerin kadınların ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi karar alma pozisyonlarında ve mekanizmalarında yer almaları yoluyla ortadan kaldırılabileceğini ifade etmektedir.

Eylem Platformunun uygulanması ve izlenmesinde temel görev hükü­metlere verilmiştir ve Platform uyarınca bu görev Birleşmiş Milletler kuruluş­ları, bölgesel ve uluslararası kuruluşlar, gönüllü kuruluşlar ile sivil toplumun tüm katılımcılarının işbirliği ile yerine getirilecektir.

Dördüncü Dünya Kadın Konferansında, Türkiye’nin 2000 yılına kadar çözüm bulmayı taahhüt ettiği dört temel sorun alanı; CEDAW Sözleşmesine konulan temel çekincelerin kaldırılması, zorunlu eğitimin 8 yıla çıkarılması, 2000 yılına kadar kadın okumaz yazmazlığının ortadan kaldırılması ve anne, çocuk ölüm oranının %50 oranında azaltılmasıdır.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 52/86 Sayılı “Suçun Önlenmesi ve Ceza Adaleti Alanında Kadına Karşı Şiddetin Ortadan Kaldırılması İçin Ön­lemler” başlıklı ilke kararı ise 1998 yılında alınmıştır.

Dördüncü Dünya Kadın Konferansından sonraki süreçte meydana gelen gelişmeleri değerlendirmek ve yeni eylem ve girişimleri belirlemek amacıyla Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından bir Özel Oturum yapılması karar­laştırılmıştır. Bu çerçevede, 5-9 Haziran 2000 tarihleri arasında NewYork’ta “Kadın 2000: 21.Yüzyıl İçin Toplumsal Cinsiyet Eşitliği, Kalkınma ve Barış” konulu Birleşmiş Milletler Genel Kurul Özel Oturumu gerçekleştirilmiştir. Türkiye Özel Oturuma; Kadın, Aile ve Sosyal Hizmetlerden Sorumlu Devlet Bakanı Hasan Gemici’nin başkanlığında, Parlamento’da grubu bulunan siyasi partilerden 5 kadın parlamenter, Parlamentolararası Birlik (PAB) toplantılarına katılmak üzere New York’ta bulunan 5 parlamenter, bürokratlar, akademis­yenler, gönüllü kadın kuruluşlarının kendi aralarından seçtikleri 4 temsilci, Birleşmiş Milletler Nezdinde Türkiye Daimi Temsilcisi ve Daimi Temsilcilik yetkililerinden oluşan 23 kişilik bir resmi heyetle katılmıştır. Resmi heyetin yanı sıra, özel oturum kapsamında gerçekleştirilen sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarına gönüllü kadın kuruluşlarından 16 temsilci katılmıştır.

İlk verilere göre, Birleşmiş Milletler Genel Kurul Özel Oturumu’na 188 ülke ve bu ülkelerden toplam 1500 sivil toplum kuruluşundan 3000 temsilcinin katıldığı bildirilmiştir. Özel Oturuma resmi delegasyonlar ve sivil toplum ör­gütlerinden toplam 10.000 kişi katılmıştır. Birleşmiş Milletler Özel Oturumu süresince, BM kuruluşları ve bazı sivil toplum örgütleri BM binasında 70 adet panel, seminer, sempozyum ve benzeri, BM binası dışında ise çok sayıda et­kinlik düzenlemişlerdir. Özel Oturum sonucunda Siyasi Deklarasyon (Political Declaration) ve Sonuç Belgesi (Outcome Document) kabul edilmiştir.

Hükümetler, 10 maddeden oluşan Siyasi Deklarasyonla, 1976-1985 yılla­rının bir özeti niteliğinde olan Nairobi İleriye Dönük Stratejiler ile 1995 Pekin Deklarasyonu ve Pekin Eylem Planına konulan hedefler ve bu hedeflere bağlı­lıklarını, ayrıca Pekin Eylem Platformunda yer alan 12 kritik alanda verdikleri taahhütleri teyit etmişlerdir.

Siyasi Deklarasyonla; Gelişmiş ülkelerin gayri safi milli hasılalarının % 0.7’sini resmi kalkınma yardımlarına ayırmaları konusunda daha önce uluslara­rası platformalarda kabul edilmiş karar yinelenmiş, toplumsal cinsiyet eşitliği, kalkınma ve barış hedeflerine ulaşılmasında Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesinin (CEDAW) tartışılmaz önemi, toplumsal cinsiyet eşitliği, kalkınma ve barış hedeflerine ulaşılmasında sivil toplum kuruluşlarının vazgeçilemez rolü, toplumsal cinsiyet eşitliği, kalkınma ve barış hedeflerine ulaşılmasında erkeğin rolü ve katkısının gerekliliği, toplumsal cinsiyet bakış açısının temel politika plan ve programla­rına yerleştirilmesinin önemi vurgulanmıştır. Öte yandan kadının insan hakları­nın tanınması, korunması, geliştirilmesi için uygun ulusal ve uluslararası planda ortamın oluşturulması, toplumsal cinsiyet eşitliğinin ancak, toplumsal cinsiyet eşitliği perspektifinin ana plan, politikalara yerleştirilmesi ile mümkün kılınacağı, hususlarının altı çizilmiş, 2005 yılında yeniden bir değerlendirilme­nin yapılması, toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması için kalkınma ve barış temel hedefinin önümüzde durduğu, ifade edilmiştir.

Sonuç Belgesi’nde ise Pekin Deklarasyonu ve Eylem Planının tam olarak ve hızlı bir biçimde hayata geçirilmesini sağlayacak eylem ve girişimler yer almaktadır. NewYork’ta kabul edilen bu belgeler Pekin Deklarasyonu ve Ey­lem Planının yerin